İDİL’İN ESPRİ KÜLTÜRÜ

  Sevgili Dostlar..!

  Biliyorum epey ara verdim. Fakat iş hayatının vermiş olduğu hengâme, bazen bu şekilde ara vermemizi gerektiriyor. Bunca aradan sonra yüzlerimizin tebessüm etmesi için, birazcık esprili bir konu seçmeye çalıştım.

  Bildiğiniz gibi espri toplumların olmazsa olmaz bir kültürüdür. Tabi ince espri sahibi olmak, kültürde ulaşılan kıymeti gösterir. Bu anlamda İdil’de müthiş ince bir espri geleneğinin olduğunu iddia edebilirim.

Örneğin rahmetli Mala Ğızo veya Tahirê Hanımê, iyice araştırılıp incelense, Kürt kültürü içerisinde tanınacak simalar haline gelirler. Yani yerelden ulusal seviyeye ulaşabilecek düzeyde iki değere sahibiz. Aslında bunlara hâlihazırda İstanbul’da yaşayan Seyyid Muhittin Doğala’yı da katabiliriz.

Seyyid Muhittin Mersin’e taşındığında, bir binanın zemin katında oturur. Hani batıda apartman toplantıları olur ya, işte onların da apartmanlarında bir toplantı gerçekleşir. Herkes bir şeyler söyler. Tartışma çıkar. Komşular bağırır çağırır. Seyyid, zemin katta oturduğu için espriyi oradan patlatır: “Beni kızdırmayın, yoksa evimi sizlerin evinin altından çekerim!”

 Rahmetli Tahirê Hanımê’den dinlemiştim. “Köylerinde birinin karısı çok geziyormuş. Sürekli olarak köy içinde bu benim, şu ev senin diye ev ev dolaşıyormuş. Bir gün birisi kadının kocasına: “Senin karın çok dolaşıyor, sürekli bir yerlere gidiyor” diye serzenişte bulunmuş. Adam şöyle cevap vermiş: “Valla yalan atıyorsunuz. Eğer karım öyle çok dolaşsaydı, ara sıra bizim eve de gelirdi!”

Bilindiği üzere Mala Ğızo İdil ve civarında uzun bir süre imamlık yaptı. Üçok (Babek)’te imamlık yaptığı zaman, köylülerden biri kızına kızıp; “Bak kızım, beni sinirlendirirsen, seni bu köyün en kötü herifi ile evlendireceğim” demiş. Bizim Seyda hemen hareketlenmiş. Adam, Mala Ğızo’ya; “Sana ne oluyor?” deyince, Seyda; “Hiç, bu köyün en kötüsü benim” demiş.

Aslında rahmetli babamın da bu anlamda epeyce anlatılabilecek arşivlik meseleleri var: Efendim, bildiğiniz üzere babam epey kısa boylu idi. Onun için kendisine Hemedê Qut (Kısa Mehmet) diyorlardı. Bir gece evde otururken, bana dönerek, ceketinin cebinden bir şey istedi. Babamın istediğini aldığımda elime bir kâğıt geçti. Babama “bu nedir” diye sordum. O da bilmediğini söyledi. Kâğıda bakınca, işyerinde arkadaşlarının bir dilekçe yazıp, cebine koyduğunu anladık. Yüksek sesle okudum: “İdil Kaymakamlığına. Bildiğiniz üzere son zamanlarda İlçemize çok kar yağışı olmuştur. Yağan karın boyu benim boyumu aşmıştır. Karların eriyip, boyumun seviyesine inmesine kadar izinli sayılmam hususunda, gereğini arz ederim.”

Bir de babamdan bir askerlik anısı dinleyelim: “Askerde iken üç Mardinli (O zaman İdil, Mardin’e bağlı idi) arkadaşı varmış. Bir gün bunlardan biri İzmirli biri ile yemekhanede kavgaya tutuşmuş. O zaman iki kişi kavga yapınca diğerleri “Vur, vur, vur” diye tempo tutuyorlarmış. Babam da vur vur diye tempolara katılınca biri; “Senin hemşerini dövüyorlar, sen burada vur vur diyorsun” demiş. Babam yemekhaneden bir tava kapıp kavgaya katılmış. Boyu kısa olduğu için kalabalığın içinde sadece tava görünüyormuş. Birilerinin başına inen tavanın kim tarafından vurulduğunu dahi görmüyorlarmış. Çünkü bu arada dört Mardinli, onbir İzmirli kıyasıya birbirlerine vuruyorlarmış.

Babam yemekhanede dayak yiyeceklerini anlayınca, arkadaşlarına dışarıya çıkalım demiş. Dışarıya çıkınca İzmirliler de peşlerinden gelmiş. Babam ve arkadaşları çakıl taşları ile adamları bir güzel haşat etmişler. İşin içine taş ile kavga etmek girince, yemekhanedeki durum tersine dönmüş. Anlayacağınız İzmirlilerin kafası gözü patlamış. Tabi bunlar nöbetçi komutana şikâyete gidip; “Komutanım, Mardinliler bizi dövdü” demiş. Komutan, çavuşlara “Mardinli ve İzmirlileri sıraya koyun, ben geliyorum” demiş. Tabi Mardinliler şöyle bir köşede 4 kişi, İzmirliler de karşılarında 11 kişi olarak hizaya girmişler. Komutan gelmiş, şöyle bir sayılara bakmış ve İzmirlilere bakıp; “Oğlum sizleri bunlar mı dövdü?” diye sormuş. “Evet, komutanım” demişler. “Başka kimse yok muydu?” diye tekrar sormuş. “Hayır” diye cevap vermişler. Gidip İzmirlileri saymaya başlamış: “1,2,3…….11” demiş. Sonra Mardinlileri saymaya yönelmiş. Babam da kısa boyu ile sıranın en sonunda duruyormuş: “1, 2, 3” demiş, sıra babama gelmiş ve durmuş. Biraz durduktan sonra “Üç buçuk” demiş. “Ulan oğlum, siz üç buçuk adamdan dayak yemişsiniz. Valla ben de sizi döveceğim” deyip, İzmirlileri bir güzel dövmüş.

Eminim hepinizin hafızasında bu anlamda anlatacaklarınız vardır. Fakat dikkatimi çeken başka bir husus var. İdilliler yaşanan olumsuz veya acı olayları dahi espriye çevirmeyi başarıyorlardı. Örneğin İlçede bazen çatışmalar çıkardı. Silahların patladığı o demlerde bile; “Valla camcılar iyi kâr etti. Şimdi bütün dükkânların camları kırılmıştır. Yarın camcılar harıl harıl çalışacaklar” diye gülüşüyorduk.

12 Eylül’den sonra İlçemize gelen Dördüncü Murat isimli Tabur Komutanı, her dükkân için tabela şartı koşmuştu. Herkes tabela yazmak için uğraş veriyordu. Bakkallardan bazıları, İlçede bu işi yapan Abdurrahman Deniz isimli abimize ücretini ödeyerek tabela yazdırırlardı. Bazıları da ücret ödememek için çalakalem kendileri yazardı. Bunlardan biri Abdullah Kurt isimli bakkaldı. Şöyle ilkokul birinci sınıfta okuyan öğrencilerin yazılarına benzer bir yazı ile tabelasını bizzat kendisi yazdı. Ancak “Kurt Bakkaliyesi” diye yazacağına “Kürt Bakkaliyesi” diye yazmıştı. Düşünsenize, 12 Eylül sonrası Türkiye’sinde, küçük bir İlçede, hem de Dördüncü Murat’ın Komutanlık yaptığı bir yerde,  bakkal dükkânın ismi Kürt idi. Seyreyle sen gümbürtüyü.

Ben İdil’den 2000 yılında ayrıldım. Yeni geldiğim yerde bir gün işyerine Kürt bir bayan geldi. “Ben İdilliyim, bana yardımcı ol” diye ricada bulundu. Ben de eşinin ismini sordum. “Eşimin ismi Durmaz”dır dedi. Ben “İdil’de Durmaz diye birini tanımıyorum, sen İdilli değilsin” dedim. O, yemin ederek İdilli olduğunu söyledi. Neyse yardımcı oldum, işini halettik, sonra mesai bitince eve gittim.

Akşam evime birkaç işçi gelecekti. Apartmanda yapacağımız çatı çalışması için pazarlık yapacaktık. Gelen işçilerin şivelerinden Kürt olduklarını anlayınca, ister istemez nereli olduklarını sordum. “Şırnaklıyız” dediler. Neresinden diye sorunca İdilli olduklarını öğrendim. Birine ismini sordum, “Durmaz” dedi. “Hah ben seni yakaladım” dedim. “Bana bu ismin hikâyesini anlatsana” dedim. Anlattı da meseleyi öğrendim. Ama olayın altında trajikomik bir hikâye çıktı. 

Bize gelen Dördüncü Murat gibi, İdil’e bağlı olup, İpek Yolu üzerinde bulunan bir Karakola “Kara Bela” isimli bir komutan gelmişti. Hatırlanacağı üzere 12 Eylül’de kadınları gözaltına alıyorlardı. Durmaz’ın annesini de gözaltına alıp, bu karakolda kamp gibi bir yerde diğer kadınlarla birlikte tutmuşlar. Tabi bu olay, annesi Durmaz’a hamileyken olmuş. Askerler, “Bu kadınlar burada durmaz” deyip, bu “Durmaz” kelimesini çok kullanıyorlarmış. Tabi bir süre gözaltında bulunan anneyi serbest bırakmışlar. Sonradan doğan erkek çocuğuna, o gün sıkça duyduğu Durmaz ismini vermiş.

Biliyorum espriden trajediye geçtik ama olsun.     

  

YORUM EKLE
YORUMLAR
Abdurrahman Baran
Abdurrahman Baran - 2 yıl Önce

Emin Hoca rahme Ğude de bave te be çok güzel yazmışsın. İsmi geçenlere Allah rahmet eylesin. Kalanlara da sağlık ve sıhhat dilerim. Güzel ve güncel bir yazı hayat pahalığına iyi geldi. Sağol..