İDİL’DE YÜZME ÖĞRENDİĞİMİZ SULAR

    Sevgili Dostlar..!

    Mehmet Emin Bozkuş Hocam ile Abdullah Demir abimizin uyarmaları sonucu biraz ara verdiğim anılara, İdil’de yüzme öğrendiğimiz suları yazmak ile devam etmek istiyorum.

Biz çocukların İdil’de küçük bir dünyası vardı. Aslında sadece çocukların değil, büyüklerin de dünyası küçüktü. Herhangi bir hastalık veya kaza bela olmazsa, İdil’in dışına çıkma gibi bir lüksümüz yoktu.

En yakın İlçe olan Cizre’ye gidişimiz de böyleydi. Hastalandığımızda veya bir taziye ya da düğünde yolumuz düşerdi Cizre’ye. Sayıca az olan taksilerden biri ile giderdik. 30 kilometrelik yol bize epey uzun gelirdi. Hele bizim içinde bulunduğumuz taksi önümüzde giden bir arabayı solladıysa tadına doyum olmazdı.

İdil’e döndüğümüzde askerden dönmüş gibi anılarımızı anlatırdık arkadaşlarımıza. Yolda şöyle gittik, falan tır arabası önümüzde idi ama şoförümüz çok hızlıydı, onu hemen solladı. Önümüzde sollamadığımız hiçbir araba kalmadı. Uzun uzun anlatırdık. Topu topu 30 kilometre gidip gelmiştik. Anlatacak bunca konuyu nerden buluyorduk, bilmiyorum.

Bir gün yolum Diyarbakır’a düşmüştü. Bilmiyorum, ortaokul sonrası bir sınav içindi sanırım. Yolda giderken makilik alanları orman sanıyordum. Sonra döndüğümde, sınıfta gidiş gelişimi öğretmene anlatmıştım. Orman şöyleydi, böyleydi diye anlattığımda öğretmen gülümsüyordu. Çok sonradan Ege bölgesindeki gerçek ormanları görünce, öğretmenin neden gülümsediğini anlamıştım.  

Neyse gelelim İdil’li çocukların yüzme olayına. Bizler yüzmeyi İdil’in yağmur sonrası birikinti sularında öğrenirdik. Örneğin İdil Lisesinin hemen arkasında “Berm” dediğimiz yerde yüzerdik. Ama orası biraz şehre yakın sayıldığından, pek fazla rağbet görmezdi.

“Axkonk” denilen iki yer vardı. Biri Bafê tarafında, şu an Yeni Mahalle denilen yerde idi. Diğeri ise Meğelê futbol sahasının ilerisindeydi. Beyaz toprak yığınlarının olduğu buralarda, yağmur suları birikirdi. Bir süre sonra kurbağaların mekânı olurdu ama bizler kurbağalar büyümeden, havalar biraz ısındığında hemen yüzmeye başlardık.

Kurbağalar yavru iken “Duvhesk” diye isimlendirilirdi. Bizler suya girdiğimizde ayaklarımızın arasından kaçışırlardı. Beyaz toprak hemen yüzümüze vurur, suratımız benek benek olurdu. Bu da akşam evde dayak yiyeceğimiz anlamına gelirdi. Eve gelmeden önce yüzümüzü su ile güzelce çitiliye çitileye yıkardık. Örneğin “Beyara” denilen yerde kaynak suları vardı. Bunlar temiz sulardı. Orada yüzümüzü yıkar, annemize çaktırmamaya çalışırdık. Fakat genelde dayaktan kurtulmazdık.

Sonra sudan çıktığımızda karnımız bir acıkırdı ki sormayın. Yakın yerlerde Süryanilerin bağları vardı. Üzümler koruk iken çalar, bir yerlerde gizli gizli tuzlayıp yerdik. Ne de güzeldi o çaldığımız koruklar.

Tabi Mahallenin tescilli sabıkalısı Eshokê Mominê (İhsan Kaya) idi. Bizim yediğimiz haltların çoğu ona ihale edilirdi. Süryani teyzeler mahalleye şikâyete gelir, bir tek onun ismini söylerlerdi. Onun için bizim dayakların çoğunu İhsan, rahmetli Mominê teyzeden yerdi. Zaten bu tür suçların(!) çoğunu o işlerdi ama yapmadığı şeyler de onun üzerine kalırdı.

Bir de “Derê” diye adlandırdığımız yer vardı. Orada bir akarsu vardı. Birhesko’nun altında akan suyun azalması sonucu, bir çukurda birikmesinden dolayı oluşan birikinti idi. Burası nispeten temizdi. Suyun biriktiği yerin üst tarafı uçurumdu. Çocukluk işte, bu uçurumun üstüne çıkar ve suya atlardık. Bazen balıklama, cesaret edemediğimizde ise çivileme atlardık.

Bir gün burada acı bir boğulma olayına şahitlik ettik. O gün İdil’de çalışan birkaç işçi de yüzmeye gelmişlerdi. Bunlardan biri bir süre yüzdükten sonra suda çırpınmaya başladı. Bizler ona müdahale edecek yaşta değildik. Çevreden birilerini çağırdık. Ama bu arada adam suda kaybolmuştu. Hespistli biri geldi ve hemen suya atladı. Bizler olayı dehşet içinde seyrediyorduk. Çok iyi bir yüzücü olan Hespistli adam, o gencin kolundan tutup yukarı doğru çıkardı. Suyun kenarında kurtarmak için çok çabaladılar ama maalesef vefat itti.    

“Berm Tehtikê denilen su birikintisi, İdil ile Dirsekli arasında idi. Etrafı düz beyaz taşlardan oluşurdu. Oraya gitmek biraz yürek isterdi. Çünkü bize uzak gelirdi. Orada da yüzer taşlarında uzanırdık. Güneşten derimizin kıpkırmızı yandığı olurdu. Dönüşte şöyle güçlü bir şekilde akan “Goringeh” denilen sudan kana kana içerdik.

Büyüdüğümüzde artık Baraj’a gider olduk. Sadece yüzme için değil, balık avlamaya da giderdik. Aşağı çarşıdan misina ipi alır, bir kancayı misinaya bağlar ve baraj suyuna atardık. Bir süre sonra balık vurmaya başlardı. Ama biz sabırla balığın yemi yutmaya çalışmasını beklerdik. İpimiz gerildiğinde çekerdik. Artık bahtımıza ne çıkarsa.

Dicle’ye yakın köylerimizdeki çocuklar bizden daha şanslı idi. Onlar temiz nehir suyunda yüzüyorlardı. Ama bizlerin yüzme öğrendiği sular yukarıda saydığımız yerlerdi. Buna rağmen her birimiz çok iyi yüzmeyi öğreniyorduk. Doğal ortamda, kendi kendimize öğrendiğimiz yüzme sayesinde, bu gün yüzme sporuna devam edebiliyoruz.

Tabi akşam korka korka eve dönüyorduk. Dediğim gibi annelerimiz bu pis sularda yüzmemizi istemiyorlardı. Ama İdil’de başka da yüzülecek bir yer yoktu. Mecburen bu sularda yüzüyorduk. Neyse birkaç tokat ile idare ediyorduk artık.

    Yüzdükten sonra fena acıkıyorduk. Akşam iştahlı iştahlı yemek yiyorduk. Sonra dama çıkar, cibinliğin altına girerdik. Gökyüzünün berraklığı eşliğinde, ay ışığının altında uzanırdık. Bir süre sonra yıldızlardan geometrik şekiller çizer, öylece uyuyakalırdık. Rüyada yine bu su kenarlarında korkunç yılanlar görürdük. Çünkü arkadaşlarımız bizlere bu sulardaki yılan hikâyelerini çokça anlatırlardı. Biz de etkisinde kalırdık. Öyle ki anlattıkları rüyalarımıza girerdi. Yatsı ezanında uyur, Süryani çanı ile uyanırdık.

    Tabi yeni bir gün ve yeni maceralar bizi beklerdi.    


 

YORUM EKLE